HKP’liler, 30 Ağustos Zafer Bayramını Türkiye’nin dört bir
tarafında coşkuyla kutladı.
HKP Karşıyaka İlçe Örgütünün önünde oluşturulan kortejle çarşı
girişine kadar yürüyüş yapıldı. Yürüyüş sırasında Mustafa Kemal’in “Bağımsızlık
Benim Karakterimdir” ve “Emperyalistler İşbirlikçiler Geldikleri Gibi
Gidecekler” sözlerinin yer aldığı pankartlar eşliğinde sloganlar atıldı.
Karşıyaka Çarşı girişinde HKP adına HKP Genel Sekreter
Yardımcısı ve İzmir İl Başkanı Av. Tacettin Çolak 30 Ağustos 101’inci yıldönümü
dolayısıyla basın açıklamasını okudu.
Yapılan açıklamada şunlat dile getirildi;
Yaşasın 30 Ağustos Dumlupınar Zaferi’miz!
Şan olsun baş eğmeyi boyunduruktan ağır kabul eden
Mustafa Kemal’e ve Birinci Kuvayimilliyeci Atalarımıza!
Ve behey azgın 30 Ağustos, Kuvayimilliye, Mustafa Kemal ve
Laik Cumhuriyet düşmanı Amerikan devşirmeleri!
30 Ağustos’un, Kuvayimilliye’nin ve Mustafa Kemal’in izini
tozunu silebileceğinizi zannediyorsunuz, değil mi?
Şunu o iğdiş edilmiş akıllarınıza mıh gibi çakın ki sizin
gibi milyarlarca vatan satıcı hain bir araya gelse bunu başaramayacaktır.
Hevesleriniz kursaklarınızda kalacaktır…
Antiemperyalist Birinci Ulusal Kurtuluş Savaşı’mız boyunca İngiliz
ve Fransız Emperyalizminin en sadık uşaklığını etmiş, ABD devşirmesi Ortaçağcı
yerli hainlerin içyüzünü, bu hainlerin bugünkü tüm devamcılarının hocası, rol
modeli olan Fesli Deli Kadir; “Keşke Yunan galip gelseydi…” diye iğrenç
salyalarını akıtarak açıkça ortaya koyar.
Fesli Deli Kadir’in düdüğünü öttürmeye; daha geçtiğimiz ay
içerisinde hepimizin tanık olduğu gibi; “Hatay Fransızlar’da kalsaydı,
Fransız’ın yapmadığı zulmü, Cumhuriyet’i kuranlar; Mustafa Kemal ve arkadaşları
yaptı…”, anlamında ağzından lağım akıtan AKP’giller’in imamı Halil Konakçı gibi
dördüncü tür yaratıklar devam eder. AKP’giller’in İsmail Kahraman’ının da,
Diyanet İşleri Başkanı sıfatını taşıyan Ali Erbaş’ının da, aynı soydan gelme
ABD devşirmesi, ABD hizmetkârı tüm bu hainler güruhun tamamının da ruhiyatı ve
söylemleri aynıdır. Şuna hiç şüphemiz yok ki; “Yunan galip gelseydi” gerçekten
bayram ederlerdi.
Bugün de nefes almaksızın, ABD Emperyalizminin çıkarları
için çalışmaktadırlar: “Yeni Sevr” demek olan AB-D emperyalizminin Büyük
Ortadoğu Projesi kapsamında, “sığınmacı” kılıflı 15 milyon işgalci Sevr
askerini ülkemize doldurmaları bundandır. Vatanımızı günden güne bölünmeye,
parçalanmaya, yok oluşa sürüklemek istemektedirler. Laik Cumhuriyet’imizin tüm
kazanımlarını bir bir ortadan kaldırarak halkımızı Ortaçağcı din
derebeyliklerinin kör karanlıklarına hapsetmek için durmaksızın
çabalamaktadırlar.
Oysa davulunu çalıp düdüğünü öttürdükleri o insanlıktan
çıkmış canavar emperyalist haydutlar, Birinci Emperyalist Paylaşım Savaşı’nda,
“Hasta Adam” dedikleri vatanımızı işgal ettiklerinde; kadın, erkek, bebek,
çocuk demeden en acımasız zulümleri ve katliamları yaptı. Bunu Yılmaz Özdil,
yıllar süren araştırmaları sonucunda belgelere ulaşıp bir bir öğrenmiş ve şu
şekilde ortaya koymuştur:
“İlk toplu katliam Aydın’da yaşandı, insanları camiye
topladılar, ateşe verdiler, 106 kişi diri diri yanarak can verdi, pencerelerin
demirlerine yapışmış çocuk elleri vardı.
“Son nefesini verene kadar tecavüz edilen kadınlar vardı,
“Kadınları çırılçıplak sokaklarda gezdiriyorlardı.
“Bebelerini emzirmesinler diye, yeni doğum yapan annelerin
meme uçlarını kesiyorlardı.
“Süngüyle öldürülenler arasında altı aylık bebekler vardı.
Tanık anlatımları var, bebeleri damlardan atıp, aşağıda süngüyle tutuyorlardı,
gözleri oyulmuş dört aylık bebek vardı, kuyuya atılmış yedi aylık bebek vardı.
“Ezan okumasın diye dili kesilen müezzin vardı, kulakları
kesilen, burunları kesilen, ağaçlara asılan insanlarımız vardı.
“Menderes Nehri günlerce ceset aktı.
“Köy meydanında dışkılıyor, kendilerini Kur’an’ı Kerim
sayfalarıyla siliyorlardı.
“Camileri sadece yakmıyor, zevk için dinamitle havaya
uçuruyorlardı, özellikle camiye götürülüp tecavüz edilen kadınlar vardı.
Eskişehir’i yaktılar. Kütahya’yı yaktılar. Uşak’ı yaktılar.
“Bilecik’i adeta haritadan sildiler.
“Uluslararası soruşturma raporundan bir cümle vereyim:
“Ağızlarına mavzer sıkarak öldürmüşler, alınlarına bıçakla haç çizmişler.”
“Kuvayı Milliye memleketi köy köy geri alırken, ağaç
kovuklarında günlerce aç kalmış, titreyerek sayıklayan minicik çocuklar
buluyordu…”
İşte bu okurken dahi yürek dayanmayan onca zulüm ve katliama
karşı; Türk ve Kürt Halkı kader birliği yaparak, Mustafa Kemal önderliğinde tüm
ezilen dünya halklarına umut ve örnek olan Antiemperyalist Birinci Ulusal Kurtuluş
Savaşı’mızı veriyor, yılmaksızın mücadeleye devam ediyordu.
Birinci ve İkinci İnönü Muharebelerini kazandık. Bu zafer,
Mustafa Kemal’in son derece doğru söylemiyle, yalnızca düşmanı yenmek demek
değil, daha önemlisi milletin makûs talihini yenmek demekti. Bu moral gücü,
milletin ruhiyatında yarattığı ortak duygu çok değerliydi. Ancak Birinci ve
İkinci İnönü Muharebelerini kazanmak azgın emperyalist haydutları durdurmaya ne
yazık ki yetmedi. Bizi mahvetmek isteyen emperyalizm ve bizi yutmak isteyen
kapitalizm; tüm son teknik donanımıyla; topu, tüfeği, uçağı, gemisi, kamyonuyla
donatarak öne sürdüğü işgalci Yunan Ordusu’yla, vatanın bağrına gerçekten
dayadı hançerini. Yunan Ordusu’nun donandığı son teknik silahlarına ve
cephanelerine karşın, Ordumuzun ne yeterli silahı ne yeterli cephanesi vardı.
Yunan’ın kamyonuna karşı bizim kağnılarımız vardı. Askerlerimizin ne giyecek
doğru dürüst üniforması, ne karnını doyuracak ekmeği, ne de içecek suyu vardı.
Ayağında yırtık çarığı, sırtında süngüsü dahi düşmüş harap silahıyla; savaştan,
yokluktan, hastalıktan, açlıktan bitap düşmüştü. Ve bu ağır koşullar altında
Kütahya-Eskişehir Savaşı’nda, İngiliz Emperyalizminin maşası Yunan Ordusu üstün
geldi. 13 Temmuz 1921’de Afyon ve Bilecik, 17 Temmuz 1921’de Kütahya düştü.
Eskişehir’in düşmesi an meselesiydi.
Batı Cephesi Komutanı İsmet Paşa endişeliydi, zor
durumdaydı. Bu en kritik ve zor zamanda, İsmet Paşa’nın Eskişehir’in
güneybatısında Karacahisar’daki karargâhına, 18 Temmuz 1921’de, Mustafa Kemal,
Hızır gibi yetişti. Cephede durum çok kötüydü. Mustafa Kemal karargâha gelir
gelmez, soğukkanlılıkla durum değerlendirmesi yaptı. İsmet Paşa’ya moral verdi.
Kurmay subaylarını cesaretlendirdi, umutsuzluğu dağıttı.
Elindeki raporlara ve haritaya defalarca baktı. Düşmanı
Sakarya’nın doğusunda durdurmayı düşündü. Umutların tükendiği, ordunun
kurmayları tarafından dahi “Her şey bitti” diye düşünüldüğü bu kritik anda,
kendisini bir kez daha en öne attı. Daha önce başka cephelerde defalarca
yaptığı gibi; düşmana geçit vermediği Çanakkale’de destanlaştırdığı askeri
dehasıyla ve cesaretiyle, gözünü kırpmadan, giymesi gereken ateşten gömleği bir
kez daha giydi. Hiç çekinmeden bütün sorumluluğu üzerine alıp belli bir plan
dahilinde Sakarya’nın doğusuna çekilme emri verdi. Böylelikle düşmanı iyice
Anadolu içlerine çekerek İzmir’deki ana karargâhından uzaklaştıracak, bu sayede
hem düşman ordusunun ikmalini zorlaştıracak, hem düşman kuvvetlerinin geniş bir
alana dağılmasını sağlayacak, hem de Türk Ordusu’nun toparlanması için zaman
kazanacaktı. Savaşın yerine ve zamanına düşman değil, kendisi karar verecekti.
Zamanı geldiğinde, vatanının bağrına hançer dayayan düşmanı, yine kendi
deyimiyle “Anadolu’nun harimi ismetinde (temiz bağrında) boğacaktı.”
Mustafa Kemal’in Başkomutanlığında Sakarya Meydan
Muharebesi’nden, Büyük Taarruz’a ve 30 Ağustos 1922 Dumlupınar Zaferi’mize ve
düşmanın İzmir’de denize dökülmesine giden mücadele yolu, bir kez daha onun
askeri stratejik dehasıyla böylece açılmış oldu.
Başkomutan olduktan sonra Mustafa Kemal’in hazırladığı
Tekâlif-i Milliye emirleri ile Anadolu Halkı, vatanını daha da sahiplenerek
ordusuyla bir vücut oldu. Bunun ne denli önemli olduğunu Nutuk’ta şu şekilde
açıklıyordu Mustafa Kemal:
“Bildiğiniz gibi, savaş ve çarpışma demek, iki ulusun,
yalnız iki ordunun değil, iki ulusun bütün varlık ve olanaklarıyla, bütün maddi
ve manevi güçleriyle birbiriyle karşı karşıya gelmesi ve birbiriyle vuruşması
demektir. Dolayısıyla, bütün Türk ulusunu, cephede bulunan ordu kadar, düşünce,
duygu ve hareket olarak savaşla ilgilendirmeliydim. Bütün ulus bireyleri,
sadece düşman karşısında bulunanlar değil, köyde, evinde, tarlasında bulunan
herkes silahla buluşan savaşçı gibi kendini görevli sayarak bütün varlığını
yalnız savaşa adayacaktı. Bütün maddi ve manevi varlığını yalnız vatan
savunmasına adamakta ağır davranan ve titizlik göstermeyen uluslar, savaş ve
çarpışmayı gerçekten göze almış ve başarabileceklerine inanmış sayılmazlar.”
İşte bu inanç sayesinde; Anadolu Halkı ordusuyla tek yürek
oldu. Bu sayede yiğit Anadolu kadınlarımız tarihin bu en haklı ve meşru
savaşında, varını yoğunu vatanına adadı. Kimi daha çocuk yaşta, kimi kundaktaki
bebesiyle birlikte vatanın kurtuluşu için mücadele etmekte bir an tereddüt
etmedi. Cephede savaşan ordusu için erzak, içlik, çarık hazırladı. Kar, kış,
yağmur çamur demeden, kağnılarla gece gündüz mühimmat taşıdı. Cephe gerisinde
yaralı askerlerine hemşirelik, bakıcılık, aşçılık yaptı. Orta Asya
bozkırlarında yaşayan önder, cesur, eşitlikçi Barbar kadın ataları gibi
silahlanıp cephede erkeklerle birlikte vatanı için gözünü kırpmadan vuruştu. 30
Ağustos 1922 Dumlupınar Zaferi’miz ve Birinci Kurtuluş Savaşı’mız işte böyle
kazanıldı.
Bu nedenle 30 Ağustos 1922; Emperyalist Yedi Düvelin
vatanımızın bağrına sapladığı hançerin sökülüp atıldığı o büyük zaferin adıdır.
30 Ağustos; Mazlum Halkların Ulusal Kurtuluşlarına örnektir,
onlara moraldir, umuttur.
30 Ağustos; Halklar birlik olursa önünde hiçbir gücün
duramayacağının kanıtıdır.
30 Ağustos; Bağımsızlığımıza ve özgürlüğümüze doğru
attığımız en şanlı adımdır.
Bugün 30 Ağustos 2023. Bu Zaferimizin 101’inci yılı.
Antiemperyalist Birinci Ulusal Kurtuluş Savaşı’mız öncesinde
ve süresince Vahdettin’e ve emperyalistlere hizmet eden vatan millet
düşmanlarını anlattıktan sonra: “Efendiler, bu fırsatla saygıdeğer ulusuma şunu
tavsiye ederim ki, bağrında yetiştirerek başının üstüne kadar çıkaracağı
adamların kanındaki, vicdanındaki asıl özü çok iyi analiz etmek dikkatinden
geri kalmasın!” diyerek uyarıyordu sonra çok sevdiği halkını, Nutuk’ta Mustafa
Kemal.
Ne yazık ki emperyalistlerin gemilerine binip kaçanların
torunlarından oluşan satılmışlar güruhu; AB-D Emperyalistleri tarafından
Mecliste hem iktidara hem muhalefete yerleştirildiler. Bu kez dost görünümlü,
dost gülücüklü oynayan yerli işbirlikçi hainler sürüsü eliyle, Meclisi içeriden
işgal ettiler! En cumhuriyetçi geçineninden, en milliyetçisine, en dincisinden,
en solcusuna, en sosyalist geçinenine kadar görevleri, 101 yıl önceki
atalarınınki gibi aynı: Ülkeyi Yeni Sevr’e götürmek. AB-D Emperyalistleri ve
Yerli Satılmışlar adım adım bu alçak emellerine de ulaşıyorlar göz göre göre ne
acı ki. Genel Başkan’ımız Nurullah Efe Ankut’un feryat edercesine üzerine
bastığı gibi:
“Mondros günlerini-Mütareke günlerini, Sevr günlerini
yaşayacağız bir kez daha. Ancak ondan sonra uyanıp dünyada ve ülkemizde neler
olup bittiğini görmeye, anlamaya başlayacağız. Ancak ondan sonra kurtuluşa
giden yolların nereden geçtiğini bulmaya çalışacağız…”
Ve “Artık şurası kesinleşmiş bir gerçek ki; Tarih Türkiye’ye
ve Türkiye Halkına İkinci bir Antiemperyalist Ulusal Kurtuluş Savaşı daha
vermek mecburiyetini getirip dayatmıştır…”
Bu İkinci Antiemperyalist Kurtuluş Savaşı’mızı da İkinci bir
30 Ağustos’la taçlandıracağız. Ama bu defa AB-D Emperyalist haydutlarını ve
onlarla kader birliği etmiş yerli satılmışları Tarihin karanlık sayfalarına bir
daha geri gelmemecesine göndereceğiz.
Bu defa, Halkın İktidarı öncesi son vuruş olacak, AB-D
Emperyalistlerine ve yerli satılmışlara.
Bu defa “Vatan aşkını söylemekten ve gereğini yapmaktan
korkar hale gelmektense ölmeyi yeğleyen” İkinci Kurtuluş Savaşçısı Kurtuluş
Partililer önderliğinde olacak.
Zafer yine bizim olacak! Halkız, Haklıyız, Yeneceğiz!
İzmir Modern / Nurten ÖĞÜT