Seydiköy’ün tanıtımı, tüm kültürel ve arkeolojik değerleriyle birlikte kırsal yaşamı, sanatı, doğasını, tarımı, tarihi ve vatandaşını ayrı ayrı önemseyerek, her birine özel görüşerek, bilgiler toplayarak çalışmalarını titizlikle yürüten Araştırmacı Yazar Ercan Çokbankir Seydi Mükremüddün ve Anadolu Erenlerini anlattığı değerli yazısı..
M.Spryou, Yunanlı Araştırmacı “Hristos D. Hamodopoulos’un
anlatımına göre, Bizans İmparatorluğunun dağılmasından yaklaşık 100 yıl önce
Seydiköy’den bir Türk köyü olarak bahsedilir. Seydiköy bir tarım yerleşimi ve
evliyalar diyarı olarak o zamanın Türk ve Rum halkı tarafından anılır. O
yıllarda Türk nüfusu çoğunluktadır. Seydiköy o yıllarda Yunanlılar tarafından
Sevgiköy’ü olarak anılır.”
Yunan ve Bizans kaynaklarında da Seydiköy’ün dini bir
yerleşim olarak anılmasının nedeni Seyd-i Mükremüddün Türbesi olmalıdır.
Seydiköy’de Anadolu’da Türk yerleşimi öncesi dönemlerinde yaşamış Anadolulu
Türkmenler vardır.
Bazı Türk
araştırmacılara göre, Seyid Battal Gazi gibi pek çok toplum önderine Yunanlılar
Rum, Ermeniler Ermeni, Araplar ise Arap
önderi olarak gösterirler. O dönemlerde ve Anadolu tarihinde yaklaşık 155
toplum önderine(ermiş kişi) özellikle Anadolu Rumları ve Ermenileri de sahip çıkar.
Anadolu’da bu tip ermiş kişiler çoktur. Bunlardan biri de
Seydiköy’de yaşamış Seyd-i Mükremüddün Hazretleridir. Seyd-i Mükremüddün
hakkında ve türbesi ile ilgili çeşitli görüşler ileri sürülmektedir. Bazı
akademisyenler türbenin Tilkilikte olduğunu iddia ederler. Nedense Agora
kazılarında ve Tilkilikte Emir Sultan mezarlığında yapılan araştırmalarda 1570
yılından öncesine ait bir mezara rastlanmamıştır. Seyd-i Mükremüddün türbesini
Tilkilik semtinde arayanlara en güzel cevabı 1922 öncesi Seydiköy’de yaşayan
Yunanlılar vermektedir. Onun Seydiköylü olduğunu söylerler ve Seydi Baba
anısına İzmir’den göçtükten sonra Selanik-Vathilakos’ta yaptırdıkları küçük bir
şapelle sahip çıkarlar. Biz hala tartışmaya devam ederiz!
Maritsa Spryou Sevdam
Seydiköy kitabında bu konuya şöyle değinir
“Agiou İoanni Prodromu (Dede) kilisesi köyden beş dakika
uzaklıkta bulunan küçük Eleona tepesinde bulunmaktaydı. Kilise mezarlığın
kilisesiydi. Etrafındaki çınar ağaçlarının en büyüğünde de kampanası (çan)
asılıydı. Daha öncesinde bu kampananın yerinde küçük bir çan vardı. Biraz ilerde kutsal olduğuna inanılan su
vardı. Hıristiyan ve Müslümanlar şifalı olduğuna inanıyorlardı. Her Salı Agios
İyoanni anısına kilisede ibadet düzenlenmekteydi. 29 Ağustos ve 24 Haziran da ise lokma
dağıtılmaktaydı.
Bu kilise 1922 öncesi Seydiköy’ün de Seyd-i Mükremüddün
Hazretleri Türbesi üzerine inşa edilmiştir. Kapının girişinde görülen demir
parmaklıklar arkasında Seydi Babanın mezarıdır.
Sevdiköy’ün Kanelaki soyundan gelen ninem Panagiota Sarantzioti
bana bir çok kere Dede Kilisesinin kutsal suyuyla ilgili hikayeler
anlatmaktaydı. Ninem Panagiota bekar iken İzmir’de zengin bir ailenin evinde
hizmetçiydi. Bir gün arkadaşlarıyla birlikte köye gezmeye gidip sonrada
kilisede bir mum yakıp ibadet etmeye karar vermişler. Bunu duyan Türk bir kadın
kendisine ölmek üzere olan oğlu için kilisedeki şifalı sudan getirmelerini
istemiş. Fakat kızlar dönerken su almayı
unutmuşlar ve geri dönmek için çok geç olduğu için başka bir çeşmeden su
doldurup kadına vermeyi düşünmüşler. Nasıl olsa Hıristiyan değil diye
düşünmüşler. Kadın ise suyun fayda edeceğine çok inanmıştı. Çok içten duygularla duasının kabul edilmesi
için Dede’nin aracı olmasını dilemişti. Bunun ardından çocuk kısa bir süre
sonra iyileşmişti. Bu yüzden Hıristiyan ve Müslümanların Dede’nin ruhuna karşı
sonsuz saygıları vardı. Mezarlık ve Dede kilisesinden sonra yollar Sevdiköy’ün
hayat dolu yemyeşil dağlarına uzanıyordu.” Seyd-i Baba Türbesinin olduğu yerde
Türbe ve imarethane vardır. Burası Aydınoğlu döneminde Gazi Umur Beyin
vakfiyesidir. Seydiköy o yıllarda Aydınoğlunun önemli bir yerleşimidir.
1292 yılında İzmir Kadısı Ahmetoğlu İlyas tarafından
yaptırılan Kadifekale içinde cami yaptırılmıştır. Bu camiin vakfiyesi
Seydiköy’deki 200 akçelik bademlik bu vakfın gelir kaynağıdır.
Seydiköy o yıllarda
bir vakıf köyüdür
Şehrin güneyinde bulunan Gazi Umur Bey tarafından İzmir’deki
Seyyid Mükremüddün zaviyesine vakıf edilmiş olmasından dolayı Seydiköy adıyla
anılan köy bunların en büyüğüdür.
Yine Seydiköy’deki Hasan Ağa(Çift Çeşme) Camii ile ilgili
kayıtlarda, İzmir Dizdarı Hasan Ağanın Seydiköy’de yaptırdığı camide Cuma
namazı kılınan büyük camiler arasındadır. Hasan Ağa şer-i muamele olunup faizi
caminin hatip (günde 2 akçe) ve müezzinlerine (birine 2 akçe, diğerine 1 akçe) cihet
olmak üzere 10.000 akçe, caminin hasırı ve kandilinin yağına kullanılmak üzere
500 akçe, caminin önünde yaptırdığı çeşme için 2000 akçe vakf etmiştir.
Görülüyor ki o yıllarda Seydiköy’de 3 vakıf vardır. Seydiköy’e
1600 yılların başında Levantenler gelip yerleşir. 1700’li yılların ortalarında
da Ege adalarından ve Teselya bölgesinden Yunanlılar Seydiköy’ün yeni sakinleri
olurlar. Yunanlılar zamanla zenginleşerek Seydiköylü Türklerin yerlerini satın
alarak yavaş yavaş Seydiköy’de azınlık iken çoğunluk olurlar.
Zamanla çoğunluk olan Seydiköylü Yunanlılar 1800’lü yılların
başında Seydi Baba Türbesinin mescidini kilise haline getirmişler ve ilk çınar
ağacının üstüne de kilisenin çanı asmışlardır.
Bunu neden yapmış, neden türbenin mescidini kiliseye
çevirmiş olabilirler. Bunun nedeni bu düşüncelerim olabilir mi? Yaklaşık 1000
öncesine dönerseniz, İzmir’in (Smyr’na) ilk Hıristiyanlarından Azizi Polikarpe,
o günlerde İzmir’in Paganları tiyatro binasının ortasında yakmak isterler. Her
yakma teşebbüsünde yağan yağmur, neticesinde bu mümkün olmaz. Bunun üzerine
izleyiciler içinden biri çıkardığı mızrakla Polikarpe öldürür. Polikarpe’in
naaşı tiyatronun dışında bir yere defnedilir. Gel zaman git zaman içinde bu
mezar yeri İzmirli Hıristiyanların ziyaretgahı olur. XVI. yüzyıl sonlarında
İzmir Müftüsü mezar taşına geçirdiği Osmanlı kavuğu neticesinde mezar Seyd-i
Mükremüddün Hazretlerinin beşinci kuşak torunu Seyd-i Yusuf’un mezarına
dönüşür. O tarihten sonrada İzmirli Müslümanların ziyaretgahı olur. (İlhan
Pınar ve Orhan Beşikçi) bu bilgileri ilerde Seyd-i Mükremüddün Hazretlerinin en
son Osmanlı arşivlerinden ve İzmir’in yerel basınında çıkan bir gazete
bilgilerinde de rastlarsınız.
Yunanlı araştırmacı Nikoy Kararas’ın Sevdiköy kitabında “Seydiköylü
Türklerin gündüz Cami (Mescit)nin duvarlarını tamir ediyorlar. Gece ise
Seydiköylü Yunanlılar Agios Nikol’un ikonu burada bulunmuştur diyerek gündüz
tamir edilen duvarları gece Yunanlılar yıkıyordu” diye yazmaktadır.
Anadolu’da bu şekilde yüzlerce ermiş kişiye rastlarız. Böyle
bir örneği Anadolu’nun meşhur Erenlerinden biri olan Seyit Battal Gazi’den bir
örnek vererek, Anadolu halklarının kardeşliğini ve kültürleri yanında ortak
inanışlarını yazmak isterim. Bunları ister varsayım ister Ercan Çokbankir’in
yakıştırması olarak kabul ediniz. Bu nedenle geçmişte Anadolu halklarının
birlikteliğini hep beraber inceleyerek bir karara varalım.
Araştırmacı İlyas Küçükcan, Anadolu erenleri içinde pek çok
ermiş kişiye Anadolu Rumları yanında Ermeniler ve Araplarında sahip çıktığını
belirtir. Türk’ler için önemli ermiş kişilerden Seyid Battal Gazi için şu
örneği verir.
Seyid Gazi zaviyesi Kalenderi zaviyeleri içinde en itibarlısı
ve en üst düzeyde olanıdır. Cuma günleri burada büyük ayinler yapıldığı gibi
her yıl Kurban Bayramında Hacılar Bayramı adıyla yapılan ve Hacı Bektaş-i Veli
tarafından tesis edildiği bilinen büyük ayine tüm Kalenderi önderleri ve
inananları katılırdı. Hacı Bektaş-i Veli başta olmak üzere tüm Kalenderiler ve
diğer önderler, Seyyid Battal Gazi’yi en büyük pir olarak kabul ederlerdi. ”Zaviyedeki
şeyhe Azam (Azim) Baba, yılda bir yapılan büyük ayine de Hacc-ı Ekber denirdi.”
Anadolu Aleviliği, Türklerin Anadolu’ya gelişlerinden sonra
ortaya çıkmış, Hz Ali ve on iki imamlara bağlı, Türklere has bir İslam yorumu
sayanlar, aslında Alevilik düşüncesinin filizleri Anadolu’dan ve 1071 den çok
önceleri yeşermiştir. Bazı araştırmacılar, Aleviliğin “üstün piri” ve “kutuplar
kutbu” Battal Gaziyi sessizce bir kenara iterler. Çünkü onun yaşadığı çağda Türkler
henüz Anadolu’ya gelmemişler ve on iki imamlardan kimileri de henüz
doğmamışlardı. Bu nedenle Battal Gazi’yi Aleviliğin dışına taşımak ve zaman
içinde unutturmak esas politika haline getirildi.
Bugün yaşayan Alevilik içinde Battal Gazi’den pek az söz
edilir. Günümüzde Hacı Bektaş-i Veli’nin, Alevi-Bektaşiliğin serçeşmesi olarak
giderek yoğunluk kazanmaktadır.
Anadolu’da yıllar boyu çerçilik yapmış kişilerin basma,
lokum, leblebi ve ayna taşıyan çerçilerin heybelerinde mutlaka taş baskı Battal
Gazi Destanı da bulunurdu. Battal Gazi’nin tarihi kişiliği ile yeniden tanışmak
Alevilere, Aleviliğin köklerine giden yolu aralayacaktır. Alevilik bin yıldır
özlemini duyduğu dostuna kavuşacaktır.
Alevi coğrafyası Divriği, Arguvan, Malatya merkez olmak
üzere, Boğaziçi ve Ege kıyılarından Yukarı Mezopotamya’ya kadar olan Anadolu
platosudur. Destanda yer alan temel olaylar, 780-900 yılları arasında
yaşanmıştır. Destanda, Bizans sınır boylarında yaşayan yerli halk ile Doğu Roma
İmparatorluğunun amansız savaşları anlatılır. Anadolu Alevileri o yıllarda
Anadolu’da Paflikan, Balkanlarda ise Bogomilliğe sığınarak Hıristiyan
baskılarından kurtulmak istiyordu.
Anadolu’daki Aleviler, o yıllarda takiyye yaparak;
”Kendilerinin Hıristiyan olduklarını ifade etseler de, kiliseyi, kilisenin
doğmalarını, kurumlarını, kilise hiyerarşisini ve ruhban sınıfını
reddediyorlardı.
-Eski Ahit’i kabul etmiyorlardı, Yuhanna İnci’linin bazı
bölümleri hariç büyük bölümüne itibar etmiyorlardı.
-Hıristiyan azizlerine, kutsal ekmeğe ve ikonlara yapılan
ibadete karşı çıkıyorlardı.
-Onlara göre Hz. İsa düpedüz bir insandı, onun babası
dünyanın yaratıcısı olamazdı. Meryem’in hiçbir kutsallığı yoktu.
- Kiliseye gitmiyorlardı, ibadetlerini ‘proseuchai’
dedikleri evlerde(dua evi/cem evi)yapıyorlardı.”
Anadolu Alevilerinin dilinde, binlerce yıldır söylene gelen
Battal Gazi menakıp ve destanlarındaki, dokuzuncu ve onuncu yüzyılda, Bizans’a
karşı bir halkın verdiği üstün kahramanlık örnekleri ile dolu mücadelelerdir.
Carbeas(Hüseyin Gazi) ve Chrysocheir (Bizans döneminde bir Ermeni din adamı, o
dönemdeki Hıristiyanlık mezhebi olan Paflikan lideridir.) dönemi Anadolu’sunda
yaşanan tarihi olaylarla, hiçbir tereddüde yer bırakmayacak şekilde olayların
zamanı, tanımı, tasarısı, oluş sırası ve sonuçları ile birebir örtüşür. Bizim
bazı tarihçilerimiz Türklerin Anadolu’ya gelişini 1071 ile başlatırlarsa da
aslında Anadolu ve Balkan Türklüğü çok eski yıllara kadar iner. Bu konuda
araştırma yapanlar için en gerçekçi bilgiler Bizans tarihindedir. Bizanslı
tarihçiler Balkanlardan Anadolu’ya getirdikleri Türk soylu paralı
askerler(Türkopoller) için İnci Anzerlioğlu’nun araştırmalarını okumalarını
tavsiye ederim. Yine bu görüşü doğrulayan, 1071 Malazgirt savaşındaki Bizans
ordusu içindeki paralı askerler Türkopoller buna en güzel örnektir.
Dikkatle irdelemenizi istediğim konuda, Balkanlarda 940
yıllarında Hıristiyan misyonerlerin ve Latin, Germen halklarının baskısıyla
Hıristiyanlığa zorlanan Arnavut, Boşnak, Pomak ve Türkler çareyi Bulgar Papazı
Bogos Mile denen din adamının kurduğu Bogomolizm de bulurlar. Bogomilliği kabul
ederler. Zaman içinde Bogomilizm sapkın bir hale dönüşmesi üzerine, eşlerin
ortak, mal mülkün ortak olarak kabul edilmeye başladığı dönemde bölgeye bir
kurtarıcı gibi gelen(1240) Saru Saltuk Dede ile İslamlaşma başlar. Bunun
neticesinde halk genellikle Bektaşi ve Aleviliği seçer. Taki 1528 yılında Yavuz
Sultan Selim zamanına kadar bu mezhebin mensubu olan Anadolu ve Balkan halkları
içindeki belirli bir kesim daha sonraları sunileşir.
Battal Gazi Destanında anlatılan, Hüseyin Gazinin ve Seyid
Battal Gazi’nin Bizanslıları alt ettiği savaşlar, Carbeas’ın Bizanslılara karşı
çarpıştığı Sozopetra(837) ve Amorin(838) savaşları başta olmak üzere, onun
Bizans üzerine düzenlediği irili ufaklı birçok akın ve Carbeas’ın 863 yılında
Hakk’a yürümesinden sonra yerine geçen Chrysocheir’in katıldığı savaşlar ve
çarpışmalardır.
Battal Gazi Destanında iki kahramanın mücadelesinin zaman
zaman birbirine karışması ve neredeyse tek çatı altında toplanması, Arguvan
yöneticiliğinin Malatya valiliği ile yer değiştirmesi, Efes Katedraline at
sırtında girilmesinin Ayasofya’ya taşınması gibi kimi olayların değişik
anlatımları, destan ile gerçek tarihi olaylar arasında farklardan bazılarıdır.
Carbeas’ın kabri, 863 yılında Hakk’a yürüdüğü yerde, Ankara
yakınlarındaki Hüseyin Gazi Tepesindedir.
Eskişehir’in güneydoğusunda Seyitgazi ilçesinin kuzeyinden
geçen Seyit Suyunun suladığı geniş vadinin geçmiş zamanlardaki adı Bathyrrmax
Ovasıydı. Eski kaynaklar Chrysocheir’in Bathyrrmax’ta Zogoloenus Dağı
eteklerinde Hakk’a yürüdüğünü nakleder. Tarif edilen yer, anılan ovanın
batısında 1826 rakımlı Türkmen Dağının etekleridir. Seyitgazi ilçesinin yanı
başında Üçler tepesinin yamacında yer alan Battal Gazi Dergahı içinde Battal
Gazi Türbesi olarak bilinen yapı, Chrysocheir’in makamıdır. Bu makam onun
Hakk’a yürüdüğü yerdedir. Günümüz de, ilginçtir bazı tarikatlar bu mekanları
tarikat üssü haline getirme çabasındadır.
Battal Gazi Dergahı, bin yılı aşkın bir süreden beri
Anadolu’daki tüm Alevi zümrelerinin; Kalenderilerin, Vefailerin, Melamilerin,
Bektaşilerin, Işıkların, Torlakların, Babailerin ve diğer Alevi topluluklarının
en üstün ve en makbul mabedi oldu. Burada yatan Alevi mürşidi Battal Gazi,
yüzyıllar boyu Aleviliğin üstün “pir”i ve “kutuplar kutbu” olarak derin hürmet,
içten kabul ve sonsuz itibar gördü.
Gezgin Evliya Çelebi bu dergahta iki yüzden fazla Alevi
dervişinin sürekli bulunduğunu “gece-gündüz gelene gidene candan hizmet”
ettiklerini anlatır. Evliya Çelebi, seyahatnamesinde Aleviliğin bu ünlü
mabedinde bulunan Chrysocheir’in türbesini şu cümlelerle tarif eder. “Bu
tekkenin bir tarafında büyük bir kulübe içinde Battal Gazi yatmaktadır.
Eşiğinde ve kapısının kapaklarında gümüş kakma güller, kılıf ve anahtarlar
vardır. Bu kapıdan içeri giren ziyaretçi dehşet ve hayrette kalır. Gösterişli
uzun bir kabir olup çevresi çeşitli meşaleler, buhurdan, gül suyu kapları ve
şamdanlarla doludur. Baş tarafında çeşit çeşit bayrak, ok, davul ve yaylar
vardır”.
İstanbul Merdivenköy’de “Şahkulu Sultan Dergahı” olarak
isimlendirilen, çok bilinen ve her gün binlerce kişi tarafından ziyaret edilen
çok köklü bir Alevi-Bektaşi dergahı vardır.
F.W.Hasluck”Bektaşiler bu önemli tekkede ‘Konstantin’le
savaşan ve buraya gömülen çok eski bir savaşçı ermişin Şahkulu’nun bulunduğunu
söylerler.”
Battal Gazinin yaşamı ve maceraları dört ayrı ulusal
destanda karşımıza çıkar; İlginçtir Homeros destanlarının Sümer’in Gılgamış
Destanından alıntı olduğu iddia edildiği gibi pek çok destanın anonim olduğu
görülür.
-Arap Destanı Delhemna=Zelhimme
-Bizans epik destanı Digenis Akritas
-Ermeni epik destanı Sassunlu Davit
-Anadolu halk destanı Battalname
Battal Gazi’nin hayatı temel alınarak onun üzerine
yapıştırılmış ilk kimlik, sekizinci yüzyılda yaşadığı öne sürülen, asıl adı
Abdullah olan bir Emevi komutanına aittir. Emevi ordusunda ordu komutanlığına
kadar yükselen bir köledir. 740 yılında Afyonkarahisar yakınlarında Bizanslılar
ile Emeviler arasında yapılan bir savaşta hayatını kaybetmiştir.
Arap Battal Gazi
destanı Dilhemna’da anlatılan olaylar ve Battal Gazinin katıldığı savaşlar,
gerçek Battal Gazi olduğu ileri sürülen Emevi Komutanı Abdullah’ın yaşadığı
devrin olayları değil, onun yaşadığı dönemden yaklaşık yüzyıl sonrasının son
derece iyi bilinen tarihi olayları olduğu gibi Anadolu Alevilerinin bir Emevi
komutanını ululaştırıp “üstün pir” olarak tanımaları kesinlikle mümkün
değildir.
Battal Gazinin yaşamı
ve savaşları, Digenis Akritas adı altında epik Bizans destanının kahramanı
olarak da karşımıza çıkar. Digenis iki soylu demektir. Digenis Akritas, Bizans
destanında kimi zaman Bizanslılara, çoğu kez de Araplara karşı savaşan ünlü bir
savaşçıdır. Bu epik Bizans destanında Hıristiyan öğelere pek yer verilmemiştir.
Destanın zamanı, coğrafya ve olaylar, Battal Gazi Destanının zaman, coğrafya ve
olayları ile örtüşür. Destanda anlatılan kahramanlıklar ve savaşlar, Carbeas ve
Chrysochier’in mücadeleleri ve yaşamlarıdır.
Ermeni ulusal destanı “Sassun’lu David” Battal Gazi
Destanının Ermenileştirilmiş versiyonudur.
Battal Gazi Destanının Bizans ve Arap uyarlamasının tarih,
yer ve olayları ile geniş paralellik gösterir. Tek farkı destanın kahramanları
Ermeni olmasıdır. Bu destanı Araplar, Bizanslılar ve Ermeniler sahiplendiği
gibi, o coğrafyaya üç yüzyıl sonra gelen Türklerde Battal Gazi’yi kendilerine
mal etmişlerdir.(Bu düşünceye katılmıyorum. Bu yıllarda Balkanlardan Anadolu’ya
paralı asker olarak getirilen Türkopoller, Yonca Anzerlioğlu’nun Ortodoks
Türkler kitabını okumalarını isterim. Anadolu’da 8-9 ve 10 yy’da Türkler
vardır. Hatta daha eski tarihlerde Anadolu’ya yerleşmiş İskitliler vardır.)
Orta Anadolu Alevi söylencesinde anlatılır ki; Osmanlı
padişahı tarafından geniş yetkilerle donatılarak Sivas’a gönderilen Hızır Paşa
eliyle asılan, on altıncı yüzyılın ünlü Alevi ozanı Pir Sultan Abdal darağacına
giderken, Hızır Paşanın emri ile çevredekiler tarafından taşlanmıştır. Onu
taşlayanlar arasında çok sevdiği kendi müritleri de vardır. Onların attığı
taşlar, çağlar boyu Alevileri derinden sarsmıştır. Bu taşlanma olayı Pir Sultan
Abdal’ın şu dizelerinde anlatılır.
Şu kanlı zalimin ettiği işler
Garip Bülbül gibi zareler beni
Yağmur gibi yağar başıma taşlar
Dostun bir fiskesi pareler beni
Pir Sultan Abdal’ım can göğe ağmaz
Hakk’tan emr’olmazsa ırahmet yağmaz
Şu ellerin taşı hiç bana değmez
Dostun bir fiskesi yaralar beni
Pir Sultan Abdal’a atfedilen, müridi tarafından taşlanan
“pir”in hikayesi, İmp. IV. Konstantin zamanında kendi müridi tarafından taşa
tutularak öldürülen Pir Silvanus’un öyküsünün aynısıdır.
Pir Sultan Abdal’ın ya da onun önderlik ettiği söylenen
Alevi başkaldırısından söz eden bir belge bugüne kadar gün yüzüne çıkmamıştır.
Osmanlı İmparatorluğunun arşiv kayıtlarında imparatorluk tarihi boyunca ortaya
çıkan Alevi başkaldırılarına müdahale eden Osmanlı kuvvetlerinin yönetici
kadrolarında ya da komuta kademelerinde Hızır Paşa adında bir görevliye
rastlanmıyor.
Anadolu bir uygarlıklar köprüsüdür. Bu köprüden pek çok ulus
geçmiş, her ulusun uygarlığından kalıntılar, ortak inanışlar, sosyal yaşamların
izleri kalmıştır. Ege kıyılarındaki her hangi bir kentin yerleşimini Osmanlı
dönemiyle özellikle Seydiköy tarihini Aydınoğlu ve Osmanlı Türk dönemiyle
başlatmak isteyenlere bu bilgileri vererek; Seydiköy tarihinin Roma ve Bizans
çağdaş olduğunu, Symrna(İzmir)-Kolophon(Değirmendere)yolu güzergahı üzerinde
olduğundan tarih boyu varlığının söz konusu olduğunu belirtmek isterim.
Seydiköy ve civarındaki arkeolojik buluntuları değerlendirerek bölgenin
tarihini aydınlatmak arkeoloji öğrenimi gördüğüm yıllardan beri benim en büyük emelimdi.
İzmir’e gelip Seydiköy’e uğrayan Avrupalı kişilerin ve
yazarların yazdığı anılarda Seydiköy bir dini bölge ve dini törenler yapılan
yer olarak kabul ediliyor. Hatta elimizdeki kaynaklara baktığımızda daha Roma
dönemlerinde ve Bizans yıllarında Seydiköy’ün önemi ve durumu anlatılıyor.
İzmir Antik Tiyatrosunu anlatırken bölgenin ilk
Hıristiyanlık döneminden de biraz bahsetmekte yarar vardır. Çünkü bölge tarihi,
Seydiköy’de türbesinin olup olmadığı tartışılan Seyd-i Mükremüddün Hazretlerine
ve beşinci kuşaktan torunu Seyd-i Yusuf’la ilgi odağı olmaktadır. Bazı
araştırmacılar Seyd-i Mükremüddün Hazretlerinin Türbesinin Tilkilik’te olduğunu
iddia etmektedirler. Yapılan araştırmalarda, Agora kazıları ve Tilkilikteki
Zaviye ve Dergahta 1570 yılından önce mezara rastlanmamıştır. Bu durumda Seyd-i
Mükremüddün Hazretlerinin mezarının orada olduğundan bahsetmek hayaldir. Hatta
Hıristiyanların Azizi Polikarp’ın mezarının üzerine Seyd-i Yusuf’un naşının
defnedildiğini iddia edenler yanında, İlhan Pınar’da Polikarpe’in mezar taşına
Seyd-i Yusuf’un sarığının sarılarak Hıristiyanların burada yaptığı ayinlerin
önlenmesini istediğini kaydeder.
Roma İmparatorluğu'nun Paganizm döneminde ilk Hıristiyanı
olan Aziz Polikarpe'in öldürüldüğü yer olması bakımından da büyük önem
kazanmaktadır. Hıristiyan inanışına göre,
Polikarpe burada önce aslanlara atılmak istenmiş, sonrada bir direğe
bağlanarak etrafına atılan odunlar yakılmış, bu olay birkaç gün tekrarlanmasına
rağmen Hıristiyan inanışına göre yağmur söndürmüş, bunun üzerine Polikarpe bir
Romalı askerin mızrağıyla can vermiştir.
Doç. Dr Akın Ersoy, Yusuf Dedenin cenazesinin, kazı
raporlarında Polikarpe’in mezarı üzerine gömüldüğü, Seyd-i Yusuf’un naşının
buraya defnedilmesinin nedeni pek açıklanmaz.
Seyd-i Yusuf kimdir?
Peki, Seyd-i Yusuf kimdir? Gazi Umur Bey dönemi
alperenlerinden Seyd-i Mükremüddün hazretlerinin beşinci kuşak torunudur.
Doç.Dr. Akın Ersoy Agora kazı raporlarında Seyd-i Yusuf’un naşının Aziz
Polikarp’ın mezarı üzerine defnedildiğini, Seyd-i Yusuf’un defnedilmesinin 1570
yıllarına rastladığı belirlenmiştir. Gerek İslamiyet’te gerekse Hıristiyan
geleneklerinde böyle bir örnek yoktur.
Çünkü geçmiş yıllardan beri Seydi Baba (Seyd-i Mükremüddün)
Hazretlerinin mezarının Seydiköy’de (Gaziemir) olduğu halkımız tarafından kabul
edilirdi.
Seydiköy=Gaziemir tarihi üzerine yapılan bir sempozyumda bir
araştırmacı “Bugün Gaziemir’de Seydi Baba olarak bilinen mezarın Seydiköy/
Gazi- emir’in 1960’lı yıllar öncesi tarihi ile hiçbir ilgisi yoktur.” demiştir.
Bunun da nedeni Seyd-i Baba mezarı 1960 yılında hacca giden birkaç Seydiköylü
tarafından bozularak(eski hali Birgi’deki mezarlar gibi kayrak taşından
yapılmış, ilk yapıldığı gündeki gibi korunmakta idi.) yenilenmiş. O yıllarda
Seydiköylü yaşlıların çoğu bu mezar yenileme olayını garipsemişti. Bu mezar
yenileme olayı sonrası da Seyd-i Baba mezarının Tilkilikte olduğu sık sık bazı
akademisyenlerce konuşulmaya başlandı. Bu konunun ısrarlı bir takipçisi olmam
nedeniyle de beni de çok üzmüştü. Bu
konuyu daha fazla saptırmadan Osmanlı arşivlerinde yaptığımız araştırmalara
dayanarak belgeleri de sizlerle paylaşmak isterim.
Bu konuda yaptığı araştırmaları Türk Tarih Dergisinde
yayınlanan Ertan Daş’ın makalesinde, 1943 yılında İzmir kitabeleriyle ilgili
çalışmalar yapmış olan bir yerel tarihçi türbe girişi üzerinde yer alan üç
satırlık bir kitabenin metnini vermiştir. “Seyyid Mükerremeddin Hazretlerinin
Merkad-i şerifleridir sene 970/1562-63” yazdığı belirtilen kitabenin bir inşa
kitabesi mi yoksa sıradan bir levha mı olduğu konusunda bir bilgiye sahip
değiliz. Bugün, bir hamam, bir aşevi, bir mescit ve bir türbeden oluşan yapılar
topluluğu halk arasında “Emir Sultan Türbesi” olarak anılmaktadır. Emir
Sultan’ın kimliği konusunda çeşitli bilgiler bulunmakla birlikte ne zaman
öldüğü kesin olarak bilinmemektedir. Çeşitli kaynaklarda, “Emir Sultan” adıyla
anılan kişinin Gazi Umur Bey’in komutanlarından, İzmir ve çevresinin fethi
sırasında yararlılıklar göstermiş Seyyid Mükeremüddin olduğu söylenmekte ve
adına yaptırılan bir zaviyeden bahsedilmektedir. Zaviyenin Aydınoğulları
zamanından kaldığı, 920/1514-15’de berat verilen Seyyid Mükremun evladından
Seyyid Yusuf’un yönetiminde bulunduğu ve XVI. (70) İzmir’de yayınlanmış olan
“Sada-yı Hak ” isimli gazetenin 26 Mayıs 1337 (1921) tarihli sayısındaki bir
yazıda buradan “Emir Sultan Rıfai Dergâhı”; Bursalı Mehmet Tahir bin Rıfat’ın
1908 tarihli eserinde “Seyyid Mükremüddin” adıyla bahsedilmektedir. Ayrıca,
Emir Sultan Türbesi önünde yer alan, şimdiki 955 sokak 1930’lu yıllara kadar kayıtlarda
“Seydi Mükremiddin Sokağı” olarak geçmektedir. (Bu konuda bilgi için Bkz. İzmir
Belediyesi İzmir Şehri Mahalle ve Sokak Numaraları Rehberi, s.153)
Bu iki belge, “Emir Sultan” isminin 1920’li yıllarda kesin
olarak kullanıldığını göstermektedir. “Seyyid Mükeremüddin” adı çeşitli yayınlarda,
“Seyyid Mükremiddin”, “Seydi Mükeremeddin” gibi değişik şekillerde
yazılmıştır.(71) M.S. Kütükoğlu, 15. ve 16. Asırlarda İzmir Kazası’nın Sosyal
ve İktisadi Yapısı, İzmir, 2000, s. 85. Ertan Daş Sanat Tarihi Dergisi 59
yüzyılda geliri en fazla olan zaviyelerden biri olduğu söylenmektedir. İzmir’in
güneyinde, İzmir -Aydın karayolu üzerinde bulunan bugünkü Gaziemir’in,
İzmir’deki Seyyid Mükeremüddin zaviyesine vakfedilmiş olmasından dolayı
Seydiköy adıyla anıldığına dair belge ve bilgiler de, 16. yüzyıl başlarında
burada bir zaviyenin varlığına işaret etmektedir. Nitekim, Yavuz Sultan Selim
(1512-1520) dönemine ait bir tahrir defterinde, Seydiköy’ün gelirinden 33.383
akçenin İzmir’deki zaviyenin giderlerini karşılamak üzere kullanıldığı
belirtilmektedir. Günümüze ulaşan gerek türbe, gerek aşevi ve mescidin her ne
kadar geç dönem özellikleri gösterdiği tespit edilmiş olsa da, sonraki
onarımlarda özelliklerini yitirdiği anlaşılmaktadır. Nitekim, zaviyeyi
oluşturan dergah ve diğer binaların tamiri ile ilgili 10 Şevval 1299/25 Ağustos
1882 tarihli bir tezkire kaydı bilinmektedir. Bu kayıtta, tamiratın Hristo
Kalfa adlı bir kişi tarafından 28.000 kuruşa yapılacağı belirtilmektedir. .
Türbenin içinde parçalanmış halde ve bazı parçaları eksik bir kitabe vardır.
2002 yılında hazirede bulunan ve parçaları türbeye taşınan kitabe bir onarım
kitabesidir. Bugün tarih kısmı eksik olan kitabenin eski bir fotoğrafında 1300
tarihli olduğu görülebilmektedir. Kitabede verilen bilgilerden, harabe halinde
olan dergahın Sultan II. Abdülhamid’in Darü’s-sa’ade Ağası Behram Ağa
tarafından 1300/1882-83 yılında yeniden inşa ettirildiği anlaşılmaktadır. Bu
tarih M.Kütükoğlu’nun bir belgeden hareketle sözünü ettiği, Hristo Kalfa’nın
yaptığı onarım tarihiyle de örtüşmektedir . Zaviyenin bir parçası olan türbenin
de diğer yapılarla birlikte, söz konusu tarihte yeniden inşa edildiği
anlaşılmaktadır. Nitekim, türbenin bugünkü mimari özellikleri de bu tarihe
uygundur. Kitabede adı geçen postnişin Şeyh Ali Baba 1302 yılında vefat
etmiştir ve mezarı hazirede 1 numaralı adada yer almaktadır. 30 M.S. Kütükoğlu
Yavuz Sultan Selim dönemine (1512-1520) ait olan bir belgeden hareketle
Seydiköy’ün nüfus bilgilerini ve zaviyenin giderleri ile ilgili bir döküm de vermektedir.
Bu konunun açıklamasına girmeden önce türbe ve tekke
arasındaki farkı iyi bilmemiz gerektiğini düşünürüm. Bu nedenle önce, Türbe
nedir?
Müslümanlardan, büyük alim, veli, hükümdar, hükümdar zevcesi
ve çocukları, emir, vezir ve komutanların kabirleri üzerine inşa edilmiş,
üzerleri kubbelerle örtülü binalardır.
Tekke nedir?
Tekke İslam ahlakının, tasavvuf ilminin öğretildiği ve
tatbik edildiği yerdir.
Bu konunun aydınlanmasına gönül vermiş bir eski Seydiköylü
olarak Osmanlı kayıtlarında uzman Muzaffer Çetin Hoca ile yaptığımız
araştırmalarda Seyd-i Mükremüddün(Seyd-i Baba) Hazretlerinin mezarının
bulunduğu Tilkilikteki Emir Sultan Haziresi yakınlarında Seyd-i Mükremüdün
adına mezarının (TÜRBE) değil “DERGAH, TEKKE” olduğunu kayıtlarını sizlerle
paylaşmak isterim.
İzmir Modern / Nurten ÖĞÜT