28 Nisan 2022

Seyd-İ Mükremüddün Ve Anadolu Erenleri


Seydiköy’ün tanıtımı, tüm kültürel ve arkeolojik değerleriyle birlikte kırsal yaşamı, sanatı, doğasını, tarımı, tarihi ve vatandaşını ayrı ayrı önemseyerek, her birine özel görüşerek, bilgiler toplayarak çalışmalarını titizlikle yürüten Araştırmacı Yazar Ercan Çokbankir Seydi Mükremüddün ve Anadolu Erenlerini anlattığı değerli yazısı..

M.Spryou, Yunanlı Araştırmacı “Hristos D. Hamodopoulos’un anlatımına göre, Bizans İmparatorluğunun dağılmasından yaklaşık 100 yıl önce Seydiköy’den bir Türk köyü olarak bahsedilir. Seydiköy bir tarım yerleşimi ve evliyalar diyarı olarak o zamanın Türk ve Rum halkı tarafından anılır. O yıllarda Türk nüfusu çoğunluktadır. Seydiköy o yıllarda Yunanlılar tarafından Sevgiköy’ü olarak anılır.”

Yunan ve Bizans kaynaklarında da Seydiköy’ün dini bir yerleşim olarak anılmasının nedeni Seyd-i Mükremüddün Türbesi olmalıdır. Seydiköy’de Anadolu’da Türk yerleşimi öncesi dönemlerinde yaşamış Anadolulu Türkmenler vardır.

 Bazı Türk araştırmacılara göre, Seyid Battal Gazi gibi pek çok toplum önderine Yunanlılar Rum, Ermeniler Ermeni,  Araplar ise Arap önderi olarak gösterirler. O dönemlerde ve Anadolu tarihinde yaklaşık 155 toplum önderine(ermiş kişi) özellikle Anadolu Rumları ve Ermenileri de sahip çıkar.

Anadolu’da bu tip ermiş kişiler çoktur. Bunlardan biri de Seydiköy’de yaşamış Seyd-i Mükremüddün Hazretleridir. Seyd-i Mükremüddün hakkında ve türbesi ile ilgili çeşitli görüşler ileri sürülmektedir. Bazı akademisyenler türbenin Tilkilikte olduğunu iddia ederler. Nedense Agora kazılarında ve Tilkilikte Emir Sultan mezarlığında yapılan araştırmalarda 1570 yılından öncesine ait bir mezara rastlanmamıştır. Seyd-i Mükremüddün türbesini Tilkilik semtinde arayanlara en güzel cevabı 1922 öncesi Seydiköy’de yaşayan Yunanlılar vermektedir. Onun Seydiköylü olduğunu söylerler ve Seydi Baba anısına İzmir’den göçtükten sonra Selanik-Vathilakos’ta yaptırdıkları küçük bir şapelle sahip çıkarlar. Biz hala tartışmaya devam ederiz!

Maritsa Spryou Sevdam Seydiköy kitabında bu konuya şöyle değinir

“Agiou İoanni Prodromu (Dede) kilisesi köyden beş dakika uzaklıkta bulunan küçük Eleona tepesinde bulunmaktaydı. Kilise mezarlığın kilisesiydi. Etrafındaki çınar ağaçlarının en büyüğünde de kampanası (çan) asılıydı. Daha öncesinde bu kampananın yerinde küçük bir çan vardı.  Biraz ilerde kutsal olduğuna inanılan su vardı. Hıristiyan ve Müslümanlar şifalı olduğuna inanıyorlardı. Her Salı Agios İyoanni anısına kilisede ibadet düzenlenmekteydi.  29 Ağustos ve 24 Haziran da ise lokma dağıtılmaktaydı.

Bu kilise 1922 öncesi Seydiköy’ün de Seyd-i Mükremüddün Hazretleri Türbesi üzerine inşa edilmiştir. Kapının girişinde görülen demir parmaklıklar arkasında Seydi Babanın mezarıdır.  

Sevdiköy’ün Kanelaki soyundan gelen ninem Panagiota Sarantzioti bana bir çok kere Dede Kilisesinin kutsal suyuyla ilgili hikayeler anlatmaktaydı. Ninem Panagiota bekar iken İzmir’de zengin bir ailenin evinde hizmetçiydi. Bir gün arkadaşlarıyla birlikte köye gezmeye gidip sonrada kilisede bir mum yakıp ibadet etmeye karar vermişler. Bunu duyan Türk bir kadın kendisine ölmek üzere olan oğlu için kilisedeki şifalı sudan getirmelerini istemiş.  Fakat kızlar dönerken su almayı unutmuşlar ve geri dönmek için çok geç olduğu için başka bir çeşmeden su doldurup kadına vermeyi düşünmüşler. Nasıl olsa Hıristiyan değil diye düşünmüşler. Kadın ise suyun fayda edeceğine çok inanmıştı.  Çok içten duygularla duasının kabul edilmesi için Dede’nin aracı olmasını dilemişti. Bunun ardından çocuk kısa bir süre sonra iyileşmişti. Bu yüzden Hıristiyan ve Müslümanların Dede’nin ruhuna karşı sonsuz saygıları vardı. Mezarlık ve Dede kilisesinden sonra yollar Sevdiköy’ün hayat dolu yemyeşil dağlarına uzanıyordu.” Seyd-i Baba Türbesinin olduğu yerde Türbe ve imarethane vardır. Burası Aydınoğlu döneminde Gazi Umur Beyin vakfiyesidir. Seydiköy o yıllarda Aydınoğlunun önemli bir yerleşimidir.

1292 yılında İzmir Kadısı Ahmetoğlu İlyas tarafından yaptırılan Kadifekale içinde cami yaptırılmıştır. Bu camiin vakfiyesi Seydiköy’deki 200 akçelik bademlik bu vakfın gelir kaynağıdır.

Seydiköy o yıllarda bir vakıf köyüdür

Şehrin güneyinde bulunan Gazi Umur Bey tarafından İzmir’deki Seyyid Mükremüddün zaviyesine vakıf edilmiş olmasından dolayı Seydiköy adıyla anılan köy bunların en büyüğüdür.

Yine Seydiköy’deki Hasan Ağa(Çift Çeşme) Camii ile ilgili kayıtlarda, İzmir Dizdarı Hasan Ağanın Seydiköy’de yaptırdığı camide Cuma namazı kılınan büyük camiler arasındadır. Hasan Ağa şer-i muamele olunup faizi caminin hatip (günde 2 akçe) ve müezzinlerine (birine 2 akçe, diğerine 1 akçe) cihet olmak üzere 10.000 akçe, caminin hasırı ve kandilinin yağına kullanılmak üzere 500 akçe, caminin önünde yaptırdığı çeşme için 2000 akçe vakf etmiştir.

Görülüyor ki o yıllarda Seydiköy’de 3 vakıf vardır. Seydiköy’e 1600 yılların başında Levantenler gelip yerleşir. 1700’li yılların ortalarında da Ege adalarından ve Teselya bölgesinden Yunanlılar Seydiköy’ün yeni sakinleri olurlar. Yunanlılar zamanla zenginleşerek Seydiköylü Türklerin yerlerini satın alarak yavaş yavaş Seydiköy’de azınlık iken çoğunluk olurlar. 

Zamanla çoğunluk olan Seydiköylü Yunanlılar 1800’lü yılların başında Seydi Baba Türbesinin mescidini kilise haline getirmişler ve ilk çınar ağacının üstüne de kilisenin çanı asmışlardır.

Bunu neden yapmış, neden türbenin mescidini kiliseye çevirmiş olabilirler. Bunun nedeni bu düşüncelerim olabilir mi? Yaklaşık 1000 öncesine dönerseniz, İzmir’in (Smyr’na) ilk Hıristiyanlarından Azizi Polikarpe, o günlerde İzmir’in Paganları tiyatro binasının ortasında yakmak isterler. Her yakma teşebbüsünde yağan yağmur, neticesinde bu mümkün olmaz. Bunun üzerine izleyiciler içinden biri çıkardığı mızrakla Polikarpe öldürür. Polikarpe’in naaşı tiyatronun dışında bir yere defnedilir. Gel zaman git zaman içinde bu mezar yeri İzmirli Hıristiyanların ziyaretgahı olur. XVI. yüzyıl sonlarında İzmir Müftüsü mezar taşına geçirdiği Osmanlı kavuğu neticesinde mezar Seyd-i Mükremüddün Hazretlerinin beşinci kuşak torunu Seyd-i Yusuf’un mezarına dönüşür. O tarihten sonrada İzmirli Müslümanların ziyaretgahı olur. (İlhan Pınar ve Orhan Beşikçi) bu bilgileri ilerde Seyd-i Mükremüddün Hazretlerinin en son Osmanlı arşivlerinden ve İzmir’in yerel basınında çıkan bir gazete bilgilerinde de rastlarsınız. 

Yunanlı araştırmacı Nikoy Kararas’ın Sevdiköy kitabında “Seydiköylü Türklerin gündüz Cami (Mescit)nin duvarlarını tamir ediyorlar. Gece ise Seydiköylü Yunanlılar Agios Nikol’un ikonu burada bulunmuştur diyerek gündüz tamir edilen duvarları gece Yunanlılar yıkıyordu” diye yazmaktadır.

Anadolu’da bu şekilde yüzlerce ermiş kişiye rastlarız. Böyle bir örneği Anadolu’nun meşhur Erenlerinden biri olan Seyit Battal Gazi’den bir örnek vererek, Anadolu halklarının kardeşliğini ve kültürleri yanında ortak inanışlarını yazmak isterim. Bunları ister varsayım ister Ercan Çokbankir’in yakıştırması olarak kabul ediniz. Bu nedenle geçmişte Anadolu halklarının birlikteliğini hep beraber inceleyerek bir karara varalım. 

Araştırmacı İlyas Küçükcan, Anadolu erenleri içinde pek çok ermiş kişiye Anadolu Rumları yanında Ermeniler ve Araplarında sahip çıktığını belirtir. Türk’ler için önemli ermiş kişilerden Seyid Battal Gazi için şu örneği verir.

Seyid Gazi zaviyesi Kalenderi zaviyeleri içinde en itibarlısı ve en üst düzeyde olanıdır. Cuma günleri burada büyük ayinler yapıldığı gibi her yıl Kurban Bayramında Hacılar Bayramı adıyla yapılan ve Hacı Bektaş-i Veli tarafından tesis edildiği bilinen büyük ayine tüm Kalenderi önderleri ve inananları katılırdı. Hacı Bektaş-i Veli başta olmak üzere tüm Kalenderiler ve diğer önderler, Seyyid Battal Gazi’yi en büyük pir olarak kabul ederlerdi. ”Zaviyedeki şeyhe Azam (Azim) Baba, yılda bir yapılan büyük ayine de Hacc-ı Ekber denirdi.”

Anadolu Aleviliği, Türklerin Anadolu’ya gelişlerinden sonra ortaya çıkmış, Hz Ali ve on iki imamlara bağlı, Türklere has bir İslam yorumu sayanlar, aslında Alevilik düşüncesinin filizleri Anadolu’dan ve 1071 den çok önceleri yeşermiştir. Bazı araştırmacılar, Aleviliğin “üstün piri” ve “kutuplar kutbu” Battal Gaziyi sessizce bir kenara iterler. Çünkü onun yaşadığı çağda Türkler henüz Anadolu’ya gelmemişler ve on iki imamlardan kimileri de henüz doğmamışlardı. Bu nedenle Battal Gazi’yi Aleviliğin dışına taşımak ve zaman içinde unutturmak esas politika haline getirildi.

Bugün yaşayan Alevilik içinde Battal Gazi’den pek az söz edilir. Günümüzde Hacı Bektaş-i Veli’nin, Alevi-Bektaşiliğin serçeşmesi olarak giderek yoğunluk kazanmaktadır.

Anadolu’da yıllar boyu çerçilik yapmış kişilerin basma, lokum, leblebi ve ayna taşıyan çerçilerin heybelerinde mutlaka taş baskı Battal Gazi Destanı da bulunurdu. Battal Gazi’nin tarihi kişiliği ile yeniden tanışmak Alevilere, Aleviliğin köklerine giden yolu aralayacaktır. Alevilik bin yıldır özlemini duyduğu dostuna kavuşacaktır.

Alevi coğrafyası Divriği, Arguvan, Malatya merkez olmak üzere, Boğaziçi ve Ege kıyılarından Yukarı Mezopotamya’ya kadar olan Anadolu platosudur. Destanda yer alan temel olaylar, 780-900 yılları arasında yaşanmıştır. Destanda, Bizans sınır boylarında yaşayan yerli halk ile Doğu Roma İmparatorluğunun amansız savaşları anlatılır. Anadolu Alevileri o yıllarda Anadolu’da Paflikan, Balkanlarda ise Bogomilliğe sığınarak Hıristiyan baskılarından kurtulmak istiyordu.

Anadolu’daki Aleviler, o yıllarda takiyye yaparak; ”Kendilerinin Hıristiyan olduklarını ifade etseler de, kiliseyi, kilisenin doğmalarını, kurumlarını, kilise hiyerarşisini ve ruhban sınıfını reddediyorlardı.

-Eski Ahit’i kabul etmiyorlardı, Yuhanna İnci’linin bazı bölümleri hariç büyük bölümüne itibar etmiyorlardı.

-Hıristiyan azizlerine, kutsal ekmeğe ve ikonlara yapılan ibadete karşı çıkıyorlardı.

-Onlara göre Hz. İsa düpedüz bir insandı, onun babası dünyanın yaratıcısı olamazdı. Meryem’in hiçbir kutsallığı yoktu.

- Kiliseye gitmiyorlardı, ibadetlerini ‘proseuchai’ dedikleri evlerde(dua evi/cem evi)yapıyorlardı.”

Anadolu Alevilerinin dilinde, binlerce yıldır söylene gelen Battal Gazi menakıp ve destanlarındaki, dokuzuncu ve onuncu yüzyılda, Bizans’a karşı bir halkın verdiği üstün kahramanlık örnekleri ile dolu mücadelelerdir. Carbeas(Hüseyin Gazi) ve Chrysocheir (Bizans döneminde bir Ermeni din adamı, o dönemdeki Hıristiyanlık mezhebi olan Paflikan lideridir.) dönemi Anadolu’sunda yaşanan tarihi olaylarla, hiçbir tereddüde yer bırakmayacak şekilde olayların zamanı, tanımı, tasarısı, oluş sırası ve sonuçları ile birebir örtüşür. Bizim bazı tarihçilerimiz Türklerin Anadolu’ya gelişini 1071 ile başlatırlarsa da aslında Anadolu ve Balkan Türklüğü çok eski yıllara kadar iner. Bu konuda araştırma yapanlar için en gerçekçi bilgiler Bizans tarihindedir. Bizanslı tarihçiler Balkanlardan Anadolu’ya getirdikleri Türk soylu paralı askerler(Türkopoller) için İnci Anzerlioğlu’nun araştırmalarını okumalarını tavsiye ederim. Yine bu görüşü doğrulayan, 1071 Malazgirt savaşındaki Bizans ordusu içindeki paralı askerler Türkopoller buna en güzel örnektir.

Dikkatle irdelemenizi istediğim konuda, Balkanlarda 940 yıllarında Hıristiyan misyonerlerin ve Latin, Germen halklarının baskısıyla Hıristiyanlığa zorlanan Arnavut, Boşnak, Pomak ve Türkler çareyi Bulgar Papazı Bogos Mile denen din adamının kurduğu Bogomolizm de bulurlar. Bogomilliği kabul ederler. Zaman içinde Bogomilizm sapkın bir hale dönüşmesi üzerine, eşlerin ortak, mal mülkün ortak olarak kabul edilmeye başladığı dönemde bölgeye bir kurtarıcı gibi gelen(1240) Saru Saltuk Dede ile İslamlaşma başlar. Bunun neticesinde halk genellikle Bektaşi ve Aleviliği seçer. Taki 1528 yılında Yavuz Sultan Selim zamanına kadar bu mezhebin mensubu olan Anadolu ve Balkan halkları içindeki belirli bir kesim daha sonraları sunileşir.

Battal Gazi Destanında anlatılan, Hüseyin Gazinin ve Seyid Battal Gazi’nin Bizanslıları alt ettiği savaşlar, Carbeas’ın Bizanslılara karşı çarpıştığı Sozopetra(837) ve Amorin(838) savaşları başta olmak üzere, onun Bizans üzerine düzenlediği irili ufaklı birçok akın ve Carbeas’ın 863 yılında Hakk’a yürümesinden sonra yerine geçen Chrysocheir’in katıldığı savaşlar ve çarpışmalardır.

Battal Gazi Destanında iki kahramanın mücadelesinin zaman zaman birbirine karışması ve neredeyse tek çatı altında toplanması, Arguvan yöneticiliğinin Malatya valiliği ile yer değiştirmesi, Efes Katedraline at sırtında girilmesinin Ayasofya’ya taşınması gibi kimi olayların değişik anlatımları, destan ile gerçek tarihi olaylar arasında farklardan bazılarıdır.

Carbeas’ın kabri, 863 yılında Hakk’a yürüdüğü yerde, Ankara yakınlarındaki Hüseyin Gazi Tepesindedir.

Eskişehir’in güneydoğusunda Seyitgazi ilçesinin kuzeyinden geçen Seyit Suyunun suladığı geniş vadinin geçmiş zamanlardaki adı Bathyrrmax Ovasıydı. Eski kaynaklar Chrysocheir’in Bathyrrmax’ta Zogoloenus Dağı eteklerinde Hakk’a yürüdüğünü nakleder. Tarif edilen yer, anılan ovanın batısında 1826 rakımlı Türkmen Dağının etekleridir. Seyitgazi ilçesinin yanı başında Üçler tepesinin yamacında yer alan Battal Gazi Dergahı içinde Battal Gazi Türbesi olarak bilinen yapı, Chrysocheir’in makamıdır. Bu makam onun Hakk’a yürüdüğü yerdedir. Günümüz de, ilginçtir bazı tarikatlar bu mekanları tarikat üssü haline getirme çabasındadır.

Battal Gazi Dergahı, bin yılı aşkın bir süreden beri Anadolu’daki tüm Alevi zümrelerinin; Kalenderilerin, Vefailerin, Melamilerin, Bektaşilerin, Işıkların, Torlakların, Babailerin ve diğer Alevi topluluklarının en üstün ve en makbul mabedi oldu. Burada yatan Alevi mürşidi Battal Gazi, yüzyıllar boyu Aleviliğin üstün “pir”i ve “kutuplar kutbu” olarak derin hürmet, içten kabul ve sonsuz itibar gördü.

Gezgin Evliya Çelebi bu dergahta iki yüzden fazla Alevi dervişinin sürekli bulunduğunu “gece-gündüz gelene gidene candan hizmet” ettiklerini anlatır. Evliya Çelebi, seyahatnamesinde Aleviliğin bu ünlü mabedinde bulunan Chrysocheir’in türbesini şu cümlelerle tarif eder. “Bu tekkenin bir tarafında büyük bir kulübe içinde Battal Gazi yatmaktadır. Eşiğinde ve kapısının kapaklarında gümüş kakma güller, kılıf ve anahtarlar vardır. Bu kapıdan içeri giren ziyaretçi dehşet ve hayrette kalır. Gösterişli uzun bir kabir olup çevresi çeşitli meşaleler, buhurdan, gül suyu kapları ve şamdanlarla doludur. Baş tarafında çeşit çeşit bayrak, ok, davul ve yaylar vardır”.

İstanbul Merdivenköy’de “Şahkulu Sultan Dergahı” olarak isimlendirilen, çok bilinen ve her gün binlerce kişi tarafından ziyaret edilen çok köklü bir Alevi-Bektaşi dergahı vardır.

F.W.Hasluck”Bektaşiler bu önemli tekkede ‘Konstantin’le savaşan ve buraya gömülen çok eski bir savaşçı ermişin Şahkulu’nun bulunduğunu söylerler.”

 

Battal Gazinin yaşamı ve maceraları dört ayrı ulusal destanda karşımıza çıkar; İlginçtir Homeros destanlarının Sümer’in Gılgamış Destanından alıntı olduğu iddia edildiği gibi pek çok destanın anonim olduğu görülür.

-Arap Destanı Delhemna=Zelhimme

-Bizans epik destanı Digenis Akritas

-Ermeni epik destanı Sassunlu Davit

-Anadolu halk destanı Battalname

Battal Gazi’nin hayatı temel alınarak onun üzerine yapıştırılmış ilk kimlik, sekizinci yüzyılda yaşadığı öne sürülen, asıl adı Abdullah olan bir Emevi komutanına aittir. Emevi ordusunda ordu komutanlığına kadar yükselen bir köledir. 740 yılında Afyonkarahisar yakınlarında Bizanslılar ile Emeviler arasında yapılan bir savaşta hayatını kaybetmiştir.

 Arap Battal Gazi destanı Dilhemna’da anlatılan olaylar ve Battal Gazinin katıldığı savaşlar, gerçek Battal Gazi olduğu ileri sürülen Emevi Komutanı Abdullah’ın yaşadığı devrin olayları değil, onun yaşadığı dönemden yaklaşık yüzyıl sonrasının son derece iyi bilinen tarihi olayları olduğu gibi Anadolu Alevilerinin bir Emevi komutanını ululaştırıp “üstün pir” olarak tanımaları kesinlikle mümkün değildir.

 Battal Gazinin yaşamı ve savaşları, Digenis Akritas adı altında epik Bizans destanının kahramanı olarak da karşımıza çıkar. Digenis iki soylu demektir. Digenis Akritas, Bizans destanında kimi zaman Bizanslılara, çoğu kez de Araplara karşı savaşan ünlü bir savaşçıdır. Bu epik Bizans destanında Hıristiyan öğelere pek yer verilmemiştir. Destanın zamanı, coğrafya ve olaylar, Battal Gazi Destanının zaman, coğrafya ve olayları ile örtüşür. Destanda anlatılan kahramanlıklar ve savaşlar, Carbeas ve Chrysochier’in mücadeleleri ve yaşamlarıdır.

Ermeni ulusal destanı “Sassun’lu David” Battal Gazi Destanının Ermenileştirilmiş versiyonudur.

Battal Gazi Destanının Bizans ve Arap uyarlamasının tarih, yer ve olayları ile geniş paralellik gösterir. Tek farkı destanın kahramanları Ermeni olmasıdır. Bu destanı Araplar, Bizanslılar ve Ermeniler sahiplendiği gibi, o coğrafyaya üç yüzyıl sonra gelen Türklerde Battal Gazi’yi kendilerine mal etmişlerdir.(Bu düşünceye katılmıyorum. Bu yıllarda Balkanlardan Anadolu’ya paralı asker olarak getirilen Türkopoller, Yonca Anzerlioğlu’nun Ortodoks Türkler kitabını okumalarını isterim. Anadolu’da 8-9 ve 10 yy’da Türkler vardır. Hatta daha eski tarihlerde Anadolu’ya yerleşmiş İskitliler vardır.)

 

Orta Anadolu Alevi söylencesinde anlatılır ki; Osmanlı padişahı tarafından geniş yetkilerle donatılarak Sivas’a gönderilen Hızır Paşa eliyle asılan, on altıncı yüzyılın ünlü Alevi ozanı Pir Sultan Abdal darağacına giderken, Hızır Paşanın emri ile çevredekiler tarafından taşlanmıştır. Onu taşlayanlar arasında çok sevdiği kendi müritleri de vardır. Onların attığı taşlar, çağlar boyu Alevileri derinden sarsmıştır. Bu taşlanma olayı Pir Sultan Abdal’ın şu dizelerinde anlatılır.

Şu kanlı zalimin ettiği işler

Garip Bülbül gibi zareler beni

Yağmur gibi yağar başıma taşlar

Dostun bir fiskesi pareler beni

Pir Sultan Abdal’ım can göğe ağmaz

Hakk’tan emr’olmazsa ırahmet yağmaz

Şu ellerin taşı hiç bana değmez

Dostun bir fiskesi yaralar beni

 

Pir Sultan Abdal’a atfedilen, müridi tarafından taşlanan “pir”in hikayesi, İmp. IV. Konstantin zamanında kendi müridi tarafından taşa tutularak öldürülen Pir Silvanus’un öyküsünün aynısıdır.

 

Pir Sultan Abdal’ın ya da onun önderlik ettiği söylenen Alevi başkaldırısından söz eden bir belge bugüne kadar gün yüzüne çıkmamıştır. Osmanlı İmparatorluğunun arşiv kayıtlarında imparatorluk tarihi boyunca ortaya çıkan Alevi başkaldırılarına müdahale eden Osmanlı kuvvetlerinin yönetici kadrolarında ya da komuta kademelerinde Hızır Paşa adında bir görevliye rastlanmıyor.

Anadolu bir uygarlıklar köprüsüdür. Bu köprüden pek çok ulus geçmiş, her ulusun uygarlığından kalıntılar, ortak inanışlar, sosyal yaşamların izleri kalmıştır. Ege kıyılarındaki her hangi bir kentin yerleşimini Osmanlı dönemiyle özellikle Seydiköy tarihini Aydınoğlu ve Osmanlı Türk dönemiyle başlatmak isteyenlere bu bilgileri vererek; Seydiköy tarihinin Roma ve Bizans çağdaş olduğunu, Symrna(İzmir)-Kolophon(Değirmendere)yolu güzergahı üzerinde olduğundan tarih boyu varlığının söz konusu olduğunu belirtmek isterim. Seydiköy ve civarındaki arkeolojik buluntuları değerlendirerek bölgenin tarihini aydınlatmak arkeoloji öğrenimi gördüğüm yıllardan beri benim en büyük emelimdi.

 

İzmir’e gelip Seydiköy’e uğrayan Avrupalı kişilerin ve yazarların yazdığı anılarda Seydiköy bir dini bölge ve dini törenler yapılan yer olarak kabul ediliyor. Hatta elimizdeki kaynaklara baktığımızda daha Roma dönemlerinde ve Bizans yıllarında Seydiköy’ün önemi ve durumu anlatılıyor.

 

İzmir Antik Tiyatrosunu anlatırken bölgenin ilk Hıristiyanlık döneminden de biraz bahsetmekte yarar vardır. Çünkü bölge tarihi, Seydiköy’de türbesinin olup olmadığı tartışılan Seyd-i Mükremüddün Hazretlerine ve beşinci kuşaktan torunu Seyd-i Yusuf’la ilgi odağı olmaktadır. Bazı araştırmacılar Seyd-i Mükremüddün Hazretlerinin Türbesinin Tilkilik’te olduğunu iddia etmektedirler. Yapılan araştırmalarda, Agora kazıları ve Tilkilikteki Zaviye ve Dergahta 1570 yılından önce mezara rastlanmamıştır. Bu durumda Seyd-i Mükremüddün Hazretlerinin mezarının orada olduğundan bahsetmek hayaldir. Hatta Hıristiyanların Azizi Polikarp’ın mezarının üzerine Seyd-i Yusuf’un naşının defnedildiğini iddia edenler yanında, İlhan Pınar’da Polikarpe’in mezar taşına Seyd-i Yusuf’un sarığının sarılarak Hıristiyanların burada yaptığı ayinlerin önlenmesini istediğini kaydeder.

 

Roma İmparatorluğu'nun Paganizm döneminde ilk Hıristiyanı olan Aziz Polikarpe'in öldürüldüğü yer olması bakımından da büyük önem kazanmaktadır. Hıristiyan inanışına göre,  Polikarpe burada önce aslanlara atılmak istenmiş, sonrada bir direğe bağlanarak etrafına atılan odunlar yakılmış, bu olay birkaç gün tekrarlanmasına rağmen Hıristiyan inanışına göre yağmur söndürmüş, bunun üzerine Polikarpe bir Romalı askerin mızrağıyla can vermiştir.

Doç. Dr Akın Ersoy, Yusuf Dedenin cenazesinin, kazı raporlarında Polikarpe’in mezarı üzerine gömüldüğü, Seyd-i Yusuf’un naşının buraya defnedilmesinin nedeni pek açıklanmaz.

Seyd-i Yusuf kimdir?

Peki, Seyd-i Yusuf kimdir? Gazi Umur Bey dönemi alperenlerinden Seyd-i Mükremüddün hazretlerinin beşinci kuşak torunudur. Doç.Dr. Akın Ersoy Agora kazı raporlarında Seyd-i Yusuf’un naşının Aziz Polikarp’ın mezarı üzerine defnedildiğini, Seyd-i Yusuf’un defnedilmesinin 1570 yıllarına rastladığı belirlenmiştir. Gerek İslamiyet’te gerekse Hıristiyan geleneklerinde böyle bir örnek yoktur.

 

Çünkü geçmiş yıllardan beri Seydi Baba (Seyd-i Mükremüddün) Hazretlerinin mezarının Seydiköy’de (Gaziemir) olduğu halkımız tarafından kabul edilirdi.

Seydiköy=Gaziemir tarihi üzerine yapılan bir sempozyumda bir araştırmacı “Bugün Gaziemir’de Seydi Baba olarak bilinen mezarın Seydiköy/ Gazi- emir’in 1960’lı yıllar öncesi tarihi ile hiçbir ilgisi yoktur.” demiştir. Bunun da nedeni Seyd-i Baba mezarı 1960 yılında hacca giden birkaç Seydiköylü tarafından bozularak(eski hali Birgi’deki mezarlar gibi kayrak taşından yapılmış, ilk yapıldığı gündeki gibi korunmakta idi.) yenilenmiş. O yıllarda Seydiköylü yaşlıların çoğu bu mezar yenileme olayını garipsemişti. Bu mezar yenileme olayı sonrası da Seyd-i Baba mezarının Tilkilikte olduğu sık sık bazı akademisyenlerce konuşulmaya başlandı. Bu konunun ısrarlı bir takipçisi olmam nedeniyle de beni de çok üzmüştü.  Bu konuyu daha fazla saptırmadan Osmanlı arşivlerinde yaptığımız araştırmalara dayanarak belgeleri de sizlerle paylaşmak isterim. 

Bu konuda yaptığı araştırmaları Türk Tarih Dergisinde yayınlanan Ertan Daş’ın makalesinde, 1943 yılında İzmir kitabeleriyle ilgili çalışmalar yapmış olan bir yerel tarihçi türbe girişi üzerinde yer alan üç satırlık bir kitabenin metnini vermiştir. “Seyyid Mükerremeddin Hazretlerinin Merkad-i şerifleridir sene 970/1562-63” yazdığı belirtilen kitabenin bir inşa kitabesi mi yoksa sıradan bir levha mı olduğu konusunda bir bilgiye sahip değiliz. Bugün, bir hamam, bir aşevi, bir mescit ve bir türbeden oluşan yapılar topluluğu halk arasında “Emir Sultan Türbesi” olarak anılmaktadır. Emir Sultan’ın kimliği konusunda çeşitli bilgiler bulunmakla birlikte ne zaman öldüğü kesin olarak bilinmemektedir. Çeşitli kaynaklarda, “Emir Sultan” adıyla anılan kişinin Gazi Umur Bey’in komutanlarından, İzmir ve çevresinin fethi sırasında yararlılıklar göstermiş Seyyid Mükeremüddin olduğu söylenmekte ve adına yaptırılan bir zaviyeden bahsedilmektedir. Zaviyenin Aydınoğulları zamanından kaldığı, 920/1514-15’de berat verilen Seyyid Mükremun evladından Seyyid Yusuf’un yönetiminde bulunduğu ve XVI. (70) İzmir’de yayınlanmış olan “Sada-yı Hak ” isimli gazetenin 26 Mayıs 1337 (1921) tarihli sayısındaki bir yazıda buradan “Emir Sultan Rıfai Dergâhı”; Bursalı Mehmet Tahir bin Rıfat’ın 1908 tarihli eserinde “Seyyid Mükremüddin” adıyla bahsedilmektedir. Ayrıca, Emir Sultan Türbesi önünde yer alan, şimdiki 955 sokak 1930’lu yıllara kadar kayıtlarda “Seydi Mükremiddin Sokağı” olarak geçmektedir. (Bu konuda bilgi için Bkz. İzmir Belediyesi İzmir Şehri Mahalle ve Sokak Numaraları Rehberi, s.153)

Bu iki belge, “Emir Sultan” isminin 1920’li yıllarda kesin olarak kullanıldığını göstermektedir.  “Seyyid Mükeremüddin” adı çeşitli yayınlarda, “Seyyid Mükremiddin”, “Seydi Mükeremeddin” gibi değişik şekillerde yazılmıştır.(71) M.S. Kütükoğlu, 15. ve 16. Asırlarda İzmir Kazası’nın Sosyal ve İktisadi Yapısı, İzmir, 2000, s. 85. Ertan Daş Sanat Tarihi Dergisi 59 yüzyılda geliri en fazla olan zaviyelerden biri olduğu söylenmektedir. İzmir’in güneyinde, İzmir -Aydın karayolu üzerinde bulunan bugünkü Gaziemir’in, İzmir’deki Seyyid Mükeremüddin zaviyesine vakfedilmiş olmasından dolayı Seydiköy adıyla anıldığına dair belge ve bilgiler de, 16. yüzyıl başlarında burada bir zaviyenin varlığına işaret etmektedir. Nitekim, Yavuz Sultan Selim (1512-1520) dönemine ait bir tahrir defterinde, Seydiköy’ün gelirinden 33.383 akçenin İzmir’deki zaviyenin giderlerini karşılamak üzere kullanıldığı belirtilmektedir. Günümüze ulaşan gerek türbe, gerek aşevi ve mescidin her ne kadar geç dönem özellikleri gösterdiği tespit edilmiş olsa da, sonraki onarımlarda özelliklerini yitirdiği anlaşılmaktadır. Nitekim, zaviyeyi oluşturan dergah ve diğer binaların tamiri ile ilgili 10 Şevval 1299/25 Ağustos 1882 tarihli bir tezkire kaydı bilinmektedir. Bu kayıtta, tamiratın Hristo Kalfa adlı bir kişi tarafından 28.000 kuruşa yapılacağı belirtilmektedir. . Türbenin içinde parçalanmış halde ve bazı parçaları eksik bir kitabe vardır. 2002 yılında hazirede bulunan ve parçaları türbeye taşınan kitabe bir onarım kitabesidir. Bugün tarih kısmı eksik olan kitabenin eski bir fotoğrafında 1300 tarihli olduğu görülebilmektedir. Kitabede verilen bilgilerden, harabe halinde olan dergahın Sultan II. Abdülhamid’in Darü’s-sa’ade Ağası Behram Ağa tarafından 1300/1882-83 yılında yeniden inşa ettirildiği anlaşılmaktadır. Bu tarih M.Kütükoğlu’nun bir belgeden hareketle sözünü ettiği, Hristo Kalfa’nın yaptığı onarım tarihiyle de örtüşmektedir . Zaviyenin bir parçası olan türbenin de diğer yapılarla birlikte, söz konusu tarihte yeniden inşa edildiği anlaşılmaktadır. Nitekim, türbenin bugünkü mimari özellikleri de bu tarihe uygundur. Kitabede adı geçen postnişin Şeyh Ali Baba 1302 yılında vefat etmiştir ve mezarı hazirede 1 numaralı adada yer almaktadır. 30 M.S. Kütükoğlu Yavuz Sultan Selim dönemine (1512-1520) ait olan bir belgeden hareketle Seydiköy’ün nüfus bilgilerini ve zaviyenin giderleri ile ilgili bir döküm de vermektedir.

Bu konunun açıklamasına girmeden önce türbe ve tekke arasındaki farkı iyi bilmemiz gerektiğini düşünürüm. Bu nedenle önce, Türbe nedir?

Müslümanlardan, büyük alim, veli, hükümdar, hükümdar zevcesi ve çocukları, emir, vezir ve komutanların kabirleri üzerine inşa edilmiş, üzerleri kubbelerle örtülü binalardır.

Tekke nedir?

Tekke İslam ahlakının, tasavvuf ilminin öğretildiği ve tatbik edildiği yerdir.

Bu konunun aydınlanmasına gönül vermiş bir eski Seydiköylü olarak Osmanlı kayıtlarında uzman Muzaffer Çetin Hoca ile yaptığımız araştırmalarda Seyd-i Mükremüddün(Seyd-i Baba) Hazretlerinin mezarının bulunduğu Tilkilikteki Emir Sultan Haziresi yakınlarında Seyd-i Mükremüdün adına mezarının (TÜRBE) değil “DERGAH, TEKKE” olduğunu kayıtlarını sizlerle paylaşmak isterim.


İzmir Modern / Nurten ÖĞÜT

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder